Şianın bir koludur. İmamiyyenin Hz. Ali neslinden altıncı imamı Cafer es-Sadık (148/765)’ın ölümünden sonra büyük oğlu İsmail’in adına ortaya çıkan bir fırkadır. İsmailliye şiası yedinci imam olarak Cafer es-Sâdık’ın büyük oğlu İsmail’in olduğu görüşündedirler. İsmailiyye mezhebine mensup olanlar, İsmail’in imam olduğunun babası Cafer-i Sâdık’ın nassı ile (sözü ile) sabit olduğunu, ancak İsmail’in, babasından önce Öldüğünü ileri sürerler. İsmaililere göre imamlık, Cafer’in oğlu İsmail’den sonra, İsmail’in oğlu Muhammed Mektum’a geçmiştir. Muhammed Mektum «Gizlenen imamlar» mânâsına gelen «Mektum imamların» birincisidir. Çünkü îsmaililer, imamın gizli olabileceğini, buna rağmen ona itaatin gerekliliğini savunurlar. Bunlara göre imamın gizli oluşu, imam oluşuna engel teşkil etmez.
Aşırı bir Şiî mezhebi olan İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi. Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika’ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve İbn Havşeb, Yemen’de Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn’de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey Afrika’da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrın sonuna doğru Suriye’nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika’ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah 297 (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı. Kısa zamanda Mısır’ı ele geçiren Fatımler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Fatımî halifelerinden el-Mustansır’ın 487 (1094) yılında ölümü ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta’liyye diye iki büyük kola ayrıldı. Doğu ve Batı İsmailiyyesi diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran’da Hasan Sabbah’ın şahsında büyük bir himayeci bulmuş, özellikle Kazvin yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuşlardır. İsmailiyye’nin bu kolu 1254 yılında Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır. İsmailiyye’nin Musta’liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır’da hâkimiyetini sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen’e intikal etmiştir. Buradan Hindistan’a geçen Müsta’liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir. Müsta’lî İsmailleri Hindistan’da Bohra adıyla anılmaktadırlar.
İsmaililere göre, imamlık, Muhammed Mektum’dan sonra oğlu Cafer-i Musaddık’a, ondan sonra Musaddık’ın oğlu Muhammed el-Habib’e, ondan sonra Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve Fas ülkesine kral olan Habib oğlu Abdullah el-Mehdi’ye, ondan sonra da Mısırda Fatımi devletini kuran diğer imamlara geçmiştir.
Diğer Şii mezhepleri gibi bu mezhep de Irak’ta ortaya çıkmış ve diğer mezhep mensuplarının gördükleri işkencelere bunlar da uğramışlardır. [1]İşkence ve baskılar neticesinde bu mezhebe mensup olanlar. İran’a, Horasan’a ve onların komşuları Hindistan’a, Türkistan’a kaçmışlar, mezheplerine eski Fars inançları ve Hint görüşleri karışmış, neticede birçokları hak yoldan sapmışlar, heva ve heveslerine uymuşlardır. İşte bu sebeple, îsmailiyye adını birçok fırkalar taşımaktadır. Bazıları İslâm’ın dışına çıkmamışken diğerleri, İslâm’ındeğişmez hükümleriyle çelişen bir kısım düşünce ve inançları benimseyerek İslâm çerçevesinin dışına çıkmışlardır.
Bunlar aynı zamanda İslâm öncesi eski Ortadoğu, İran ve Hind dinleri ile yeni Eflâtuncu felsefeden derledikleri inanışları ile Bâtınî inanışı denilen bir akîdenin mimarları olmuşlardır. Hindistan’da bulunan Brahmanizm düşüncesinde olanlarla, Pythagoras felsefesini benimseyen îşrakiyyunla, Budizm inancında olanlarla ve Keldani ve Farsda bulunan inanç ve manevî düşünceler, astronomi ve benzeri gprüşlerle temas kurmuş, haşir neşir olmuşlardır.
İsmailiyye mezhebinde olanların, kendilerine prensip edindikleri gizlilik, onların îslâm cemaatinin çoğunluğundan kopmasına vesile olmuştur. İsmaililer, Sünnilerin inancına ısınamamışlardır. Bunlar, gizlilikleri arttıkça îslâm cemaatinden uzaklaşmışlardır. Bunların gizlilik prensibi o derece ileri gitmişti ki kitap ve risaleler yazarlar, yazarlarının adlarını zikretmezlerdi. Meselâ: Birçok ilimleri ve derin felsefî görüşleri kapsayan «îhvanussafa» risaleleri, İsmailîyye mezhebi mensupları tarafından yazılmış fakat âlimler, bunları yazanların isimlerini bilememişlerdir.
İsmailiyye mezhebine mensup olanlara «Batıniler» de denir. Böyle adlandırılmalarının sebeplerinden biri, bunların, inançlarını insanlardan gizlemeleridir. Gizlemelerinin sebebi ise önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları idi. Daha sonra ise, inançlarını gizlemek, onların bazı guruplarında psikolojik bir hastalık durumuna geldi. Bunlardan bir kısmına da «Haşşaşîn» denir. Bunların davranışları ve içyüzleri, Haçlı seferlerinin ve Tatarların savaşları sırasında ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı İslâm’a ve Müslümanlara bir belâ kaynağı olmuştur. Bunların «Batmîler» diye adlandırılma sebeplerinden biri de bunların, birçok zaman «îmam gizlidir» diye iddiada bulunmalarıdır. Bunlara göre Fas topraklarında kurulup daha sonra Mısır’a geçen devletleri ortaya çıkıncaya kadar imamları gizli olarak devam etmiştir.
İsmailiyye mezhebinde olanlar, görüşlerinin çoğunu gizlerler, ancak müsait zamanlarda onların bir kısmını açıklarlar. Onlar, doğuda ve batıda nüfuzu yaygın olan bir devletleri bulunduğu zamanda bile inançlarının tümünü ortaya koymamışlardır.
İsmailîlerin mutedil olanlarının benimsedikleri görüşler şu üç temel üzerine kurulmuştur. îsnaaşeriyyeler de bu fikirlerin çoğuna aynen katılırlar.
1) İlâhî feyiz: Bu, ‘Allah’ın, imamlara lütfettiği bir bilgidir. ‘Allah Tealâ, imamları, imamlıkları icabı derece ve ilim yönünden, insanlardan üstün kılmıştır, imamlarda, başkalarında olmayan ilimler vardır. Onlara, diğer insanların idrak edemedikleri şer’î ilimler verilmiştir.
2) İmamın açık ve tanınan bir kişi olması gerekli değildir. Bilâkis imam, gizli ve tanınmayan biri de olabilir. Buna rağmen ona itaat edilmesi vaciptir. O, insanlara doğru yolu gösteren mehdidir. O, geçen nesillerde ortaya çıkmamışsa da birgün mutlaka ortaya çıkacak, kıyamet kopmadan önce, zulüm ve haksızlıkla dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
3) İmana, hiçbir kimsenin önünde sorumlu değildir. îmam ne yaparsa yapsın, hiçbir kimse onu hatalı görmez. Bilâkis, herkesin, ona inanması vaciptir. Onun yaptığı herşey hayırdır. Ondan, şer su dur etmez. Çünkü imamda hiçbir kimseye verilmeyen bir ilim vardır.
İşte bu sebeple İsmailîler, imamların masum olduğuna inanırlar. Buradaki masumluğu, bizim anladığımız şekliyle «Hata işlemezler» mânâsına almamışlardır. Onlara göre imamın masumluğu şu mânâ dadır: Bizim hata sandığımız şeyleri diğer insanların yapması caiz olmadığı halde imamlar yapabilir. Çünkü onlarda, yollarını aydın latan ilim vardır.[2]
İsmailiyye mezhebinin beş esas kaidesi vardır:
1- İmamlık: Sadece İsmail ve onun çocuklarına geçer, başka birisi bu makama sahip olamaz.
2- İmam, yeryüzünde Allah’ın halîfesidir. Bu halife Allah’ın nurunu özünde toplamıştır. Bu sebeble Allah’ın imamda zuhûr ettiğine inanmak din ve imana ait bir değer taşır.
3- İmamlık makamında bulunan kişinin her sözü ilâhî bir emir niteliğine sahiptir.
4- İmamların yaptığı her şey haktır. Onlar yanılmazlar, suç işlemezler, bu bakımdan, masumdurlar.
5- Din ve iman bu mezhebe inanmakla mümkün olur. Dine bağlanmak imam’a tâbi olmayı kesinlikle gerekli kılar.
İsmâîlîleri günümüzde Hindistan’da , Avrupa, Asya, Afrika’da 22 ülkede 20 milyon civarındadırlar. Bunlar Suriye, İran ve Afganistan’da çiftçilik; Hindistan, Pakistan ve Doğu Afrika’da ticaret ve sanayii ile uğraşmaktadırlar.[3]
[1] Ebu Hanife Prof. Muhammed Ebu Zehra, D.İ.B Yayınevi: 145.
[2] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/64-67.
[3] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Ankara 1986, s. 130