Bu fırka, büyük günah işleyenin mümin sayılıp sayılmayacağı hakkındaki tartışmaların çoğaldığı bir.dönemde ortaya çıkmıştır. Hâriciler, büyük günah işleyenin kâfir olduğunu, Mutezililer ise bunların mümin olmadığını, fakat kendilerine «müslüman» denebileceğini ileri sürmüşler, Hasan el-Basrî ve tabiînden bir gurup da, büyük günah işleyenin münafık olduğunu, çünkü yapılan amellerin, kalbin delili sayılacağını, dille, söylenen sözün imana delil olmayacağını söylemişlerdir.
Müslümanların çoğunluğu ise, büyük, günah işleyenin günahkâr, fakat mümin olduğunu, durumunun Allah’a kaldığını, Allah dilerse, ona, günahı kadar azap edeceğini, dilerse onu affedeceğini beyan etmişlerdir. İşte bu ihtilaflı ortam içerisinde «Mürcie» fırkası ortaya çıkmış, kafirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, günah işlemenin de imana herhangi bir zararı olmayacağını açıkça ileri sürmüşlerdir. Bu fırkaya mensup olanlardan bazıları da, büyük günah işleyen kişinin durumunun, kıyamet gününde Allah’a bırakıldığını beyan etmişler ve bunlar, ehl-i sünnet vel cemaat âlimlerinin, birçoğu ile pekçok noktalarda birleşmişlerdir. Hatta, görüşler, incelikleriyle tetkik edildiği zaman, bunların görüşlerinin, aynen ehl-i sünnetin görüşleri olduğu ortaya çıkar.
Bu fırkanın asıl çekirdeği, Hz. Osman döneminin sonlarına doğru, Hz. Osman’ın idaresi, valileri hakkında ortaya atılarak bütün İslam âlemine yayılan dedikodulardır. Bu dedikodular neticesinde ortaya çıkan fitne, Hz. Osman (RA.)’ı öldürmeye kadar varmıştır.[1]
İşte bu dönemde, Sahabe-i Kiram’dan bir kısmı susmayı tercih etmiş ve müslümanların birbirlerine girmelerine sebep olan bu fitneye katılmamayı daha uygun bulmuşlar ve Ebubekir (R.A.)’ın, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den rivayet ettiği şu hadis-i şerife sıkıca sarılmışlardır.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bu hadiste şöyle buyurmuştur: -Yakında ortaya fitneler çıkacaktır. O fitneler ortaya çıktığı zaman, oturan kişi bu fitneye yürüyenden, yürüyen ise, buna koşandan daha iyidir. Dikkat edin, bu fitne meydana geldiğinde, devesi olan devesinin peşine, koyunu olan koyununun peşine, arazisi olan, onunla meşgul olmaya gitsin. Orada bulunan bir kişi: Ey Allah’ın Resulü, ya kişinin devesi, koyunu ve arazisi yoksa? diye sordu. Peygamber Efendimiz ona şu cevabı verdi: «Kılıcını alsın ve onun ağzını taşa vursun. Sonra kurtulma imkânı varsa kendini kurtarsın.»[2]
Evet, bu cemaat, Hz. Osman (R.A.) döneminde ortaya çıkan ve onu öldürmeye kadar giden fitneden uzak kalmıştır. Hz. Ali (R.A.) dönemine kadar uzayan bu fitneye karışmamışlar ve Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye arasında meydana gelen savaşlar hakkında hiçbir görüş ileri sürmemişlerdir. Sa’d b. Ebi Vakkas, yukardaki hadisin ravisi Ebubekr, Abdullah b. Ömer ve İmran b. Husayn bu cemaattendir. Bu Sahabîler, çarpışan iki guruptan hangisinin haklı olduğu hükmünü peşinen vermiyerek geri bırakmışlar ve bunların durumlarını Allah Tealâ’ya havale etmişlerdir. Bu hususta İmam Nevevî şöyle der: «Mesele, Sahabe-i Kiram arasında tereddütlü bir durumdaydı. Hatta, sahabe-i kiramdan bir cemaat bu mesele hakkında kararsızlığa düştü. Çarpışan her iki topluluktan da uzaklaştı. Savaşmadı ve hangi tarafın haklı olduğunu kesin olarak bilemedi.
Bazı büyük sahabîlerin, ortaya çıkan fitne hakkında peşin hüküm vermeyip, mesele hakkındaki yargılarını ertelemeleri, birçok gazilerin şüpheye düşmesine sebep olmuştur. Bu sebeple İbn-i Asakir, tarihinde bunlara, «Şüpheciler» adını vermiş, yani; meydana gelen ihtilafla hakkın hangi tarafa ait olduğunda şüphe edenler demek istemiş ve şunları söylemiştir. «Onlar şekk içinde bulunan şüphecilerdir. Onlar Resulullah’ın zamanında gazvelere katılmışlardı. Bunlar, Hz. Osman’ın ölümünden sonra Medine’ye döndüklerinde, giderken, birlik ve beraberlik içinde bıraktıkları insanları ihtilaf içinde bulmuşlar ve şunları söylemişlerdir: «Biz, sizi birlik ve beraberlik içinde ihtilafsız olarak bıraktık, geri döndüğümüzde ise sizi ihtilaf içinde bulduk. Bazınız diyor ki «Osman haksız yere öldürüldü. O ve taraftarları insaf edilmeye daha lâyıktılar.» Diğer bir kısmınız ise diyorki: «Ali ve taraftarları daha haklıdır.» Bize göre, onların hepsi güvenilir zatlardır, hepsi doğru söyler. Biz, kendimizi onlardan ayırmayız. Onlara lanet okuyamayız. Ve onlar arasında şahitlikte etmeyiz. Onların durumlarını Allah’a havale ederiz. Onlar arasında Âllah hüküm versin.»
Müslümanlar arasındaki ihtilaflar had bir safhaya varıp sadece anlaşmazlıklar hakkında hüküm verme safhasında kalmayıp, büyük günah işleyenin durumu da bunlara eklenince, ortaya meseleler hakkında peşin hüküm vermeyen ve işi Allah’a havale eden bir kısım sahabîlerin yolunu izleyen yepyeni bir gurup çıktı. Bu yeni gurup, büyük günah işleyenin durumu hakkında peşin hüküm verilemeyeceğini, bunların durumlarının, gaybları bilen Allah’a bırakıldığını beyan etmişler, siyasi tartışmalardan uzak kalmışlar ve günah işleyen kişi hakkında herhangi bir şey söylemekten kaçınmışlardır. Çünkü, günah işleyenler hakkındaki dedikoduların, siyası anlaşmazlıklardan kaynaklandığı kanaatine varmışlardır. Çünkü bu ihtilafın kaynağı, Hariciye mezhebine mensup olanların kendilerine muhalif olanlar hakkındaki düşünceleridir.
Mürcie mezhebine mensup olanlar, birbirleriyle ihtilaf edenler için şunları söylemişlerdir. «Onlar, «Lailahe illallah Muhammedun Resulullah» diyerek, Allah’dan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed (S.A.V)’in onun peygamberi olduğunu kabul ederler. O halde onlar, ne kâfirdir, ne de müşrik. Bilakis, onlar müslümandır. Onların durumlarını ‘Allah’a havale ederiz. İnsanların gizliliklerini ancak Yüce Mevla bilir ve onları, ona göre hesaba çeker.» Şüphe yok ki, bu, doğru bir metottur. İhtilaflara karışmama ve büyük günah işleyenin durumunu Allah’a bırakma metodudur. Belki de büyük günah işleyenlerden bazılarının günahları affedilir, kötülükleri iyiliklere çevrilir. Ne var ki daha sonra bazı insanlar zuhur etti, büyük günah işleyen kimse hakkında yukarda geçen olumsuz tavırla yetinmedi, daha ileri giderek, iman bulunduğu sürece günahın hiçbir zararının olmayacağına hükmetti. Bu düşüncede olanlar, şöyle dediler: «îman; ikrar, tasdik, itikad ve bilgiden ibarettir. Bunların bulunmasıyla birlikte, günahların hiçbir zararı yoktur. İman, amelden tamamen ayrı bir şeydir.» Hattâ, bunlardan bir kısmı iyice aşırı giderek, imanın, sadece kalble tasdik etmekten ibaret olduğunu iddia etmişler ve şöyle demişlerdir : «Şayet imanı sadece kalben kabul eden bir kişi, dili ile kâfir olduğunu açıkça söylese veya putlara tapsa yahut İslâm diyarında Yahudi ve Hristiyanlardan ayrılmasa veya haç’a tapsa yahut İslâm ülkesinde, teslis (Allah’ı üçlü kabul etme) inancını açıklasa ve bu hal üzere ölse bile, böyle bir kişi, Allah katında tam imanlı bir mümindir ve cennetliktir.»
Hatta bu fırkaya mensup bazı kişiler şu iddiada bulunmuşlardır. «Eğer bir kişi, Allah Tealâ’nm, domuz etini yemeyi haram kıldığını biliyorum, fakat, onun haram kıldığı domuz, şu koyun mu yoksa başka birşey mi bilmem» dese bile o kişi yine mümindir.
Yine onlara göre bir kişi: «Allah Tealâ’nın, Kabe’yi hac etmeyi farz kıldığını bilirim. Fakat Kabe’nin nerde olduğunu bilmem. Belki de o, Hindistanda’dır.» dese böyle bir kişi mümindir.» Bu sözleri söyleyenler şunu kastetmektedirler: Bu gibi meseleler, imanın haricinde olan meselelerdir. Yoksa gerçekten «Bu meseleler hakkında şüphe edilir.» demek istememektedir. Çünkü, aklı olan bir kişinin, Kâ’be’nin nerde olduğu hususunda şüphe etmesi imkânsızdır. Yine koyunla domuzu birbirine karıştırmak mümkün değildir.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, Mürcie fırkasına mensup olanlar, amelin imanla ilişkisi olması mevzuunda, ameli küçümsemede son derece ileri gitmişler, amelin, cennete girip girmemede bir fonksiyonu olup olmadığı konusunda da ameli basit görmüşler, hattâ imanın aslını bile hafife almışlar, onu hakikatinden saptırmışlar ve imanın sadece kalben kabulden ibaret olduğunu, bütün dış hareketlerin kişinin kalbine iman girmediğini gösterse bile sadece kalbin kabulünün iman sayılacağını ileri sürmüşlerdir. Hatta, daha da aşırı giderek, açıkça görülen ve bilinen şeyler hakkında şüphe etmenin, imanın tek temel şartı olarak kabul ettikleri «kalb ile kabul» e zarar vermiyeceğini, çünkü zahirde görülen bu şeylerin, imanın esasından olmadığını iddia etmişlerdir. Meselâ, onlar, «Kâ’be’nin nerede olduğu hakkında şüphe etmek ve domuzun hangi hayvan olduğunda tereddüt etmek, imana zarar vermez, fakat akla zarar verir.» demişlerdir.
İşte, bu doğru olmayan sözlerin tartışıldığı bir dönemde, bu mezhebe tâbi olanların içinden, imanın esaslarını ve itaatlan hafife alan, faziletleri küçümseyen kişiler çıkmış, her müfsit, heva ve hevesine uyan laubali kimse bu mezhebe girmiştir. Öyle ki, mezhep içindeki müfsitîer gitgide çoğalmış, mezhebi, yaptıkları kötülüklere âlet etmiş, fesatları için bir kaynak edinmiş ve art niyetlerini devam ettirmeye uygun bulmuşlardır. Bu mezhep, birçok müfsitlerin isteklerine tam uygun düşmüştür.
Bu konuda Ebui Ferec «el-Ağani» adlı kitabında şu hadiseyi anlatır: «Bir Şii ile bir Mürcie aralarında anlaşamamışlar ve ilk karşılaşacakları kişiyi, aralarında hüküm vermesi için hakem seçmeyi kararlaştırmışlardır. Onlar, herşeyi helal sayma görüşünde olanlardan bir kişiye rastlamışlar ve şunu sormuşlardır: «Şii bir kişi mi daha iyi bir kimsedir, yoksa bir Mürcie mezhebine mensup olan mı?» O kişi şu cevabı vermiştir: «Balon, benim üst tarafım Şii’dir, alt tarafım ise Mürcieci.»
Bütün bu anlatılanlardan şu neticeye varabiliriz: Mürcie, ‘değişik anlayışlarda iki gurup insanın mezhebi idi. Birinci gurup, sahabe-i kiram döneminde ve sahabe-i kiramdan sonra Emevîler döneminde ortaya çıkan ihtilaflar hakkındaki hükümlerle yetinmişler, başkaca ihtilaflara düşmemişlerdir. İkinci gurup ise, Allah’ın affının herşeyi kapsadığına inanan ve Allah’ın, inkârdan başka ,bütün günahları affedeceğine hüküm veren, inkârla birlikte itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, imanla beraber de herhangi bir günahın zararı olmayacağına inanan kişilerdir. Zeyd b. Ali b. el-Hüseyin, bu gurubu kastederek, «Fâsıkları, Allah’ın affı ile ümitlendiren Mürcie mezhebinden ben uzağım.» demiştir. Bu son fırka, «Mürcie» ismini lekelemiş ve birçok âlimlerin ayıplanmalarına sebep olmuştur.
Büyük günah işleyenin, «cehennemde ebedi olarak kalacağını” iddia eden Mutezilîler, (bu görüşlerini paylaşmayan) büyük günah’ işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemde ebedi olarak kalmayacağını, belkide Allah Tealâ’nın, onu affedip rahmetine kavuşturacağını beyan eden ve bu husustaki görüşlerine katılmayan her kişiye «Mürcie» adım takarlardı.
İşte bu sebeple Mutezilîler, birçok fıkıh ve hadis âlimlerini «Mürcieci» olarak nitelemişler, Ebu Hanife ve talebeleri îmam Ebu Yusuf ve Muhammed’i v.b. «Mürcieci» olarak adlandırmışlardır. Bu hususta Şehristanî şöyle söylemiştir. «Yemin ederim ki îmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına «Mürcieci» denilirdi. Belki de bunun sebebi, Ebu Hanife’nin, imanın, kalb ile ikrardan ibaret olduğunu, artıp eksilemeyeceğini söylemesidir. Ebu Hanife’nin bu sözünden, ameller hakkında hüküm vermeyi ertelediği anlaşılmıştır. Bu zat, ameller hakkında çok titiz davrandığı halde onların terkedilmesine nasıl fetva vermiş olabilir? Ebu Hanife’ye «Mürcieci» denilmesinin başka bir yönü daha vardır. O da, Ebu Hanife’nin, hicri birinci asırda ortaya çıkan «Kaderiyecilerin» «Mutezilelere muhalefet etmesidir. Çünkü Mutezilîler, kader meselesi hakkında kendilerine muhalefet eden herkese «Mürcieci» derlerdi. Hariciler de aynı şeyi söylerlerdi. Bu ad Ebu Hanife’ye, mutlaka Mutezile ve Harici fırkaları tarafından takılmıştır.
Bu şekilde «Mürciecilik» ile suçlanan kişi sadece Ebu Hanife ve arkadaşları olmamış, Hasan b. Muhammed b. Âli b. Ebi Talib, Sa’d b. Cübeyr, Âmr b. Mürre, Muharib b. Dessar, Mukatil b. Süleyman, Ebu Hanife’nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman ve Kadİd b. Cafer de «Mürcieci» olarak adlandırılmıştır. Bu zatlar hadis imamlarıdır, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna ve ebedî olarak cehennemde kalacağına hüküm vermemişlerdir.
Bir kısım âlimler, Mürcie mezhebini iki kısma ayırmışlardır,
a) Sünnete tâbi olan Mürcieciler:
Bunlar, büyük günah işleyenin, sadece günahı kadar azap göreceğini, cehennemde ebedi olarak kalmayacağım belki de Allah Tealâ’nın, onu affedip rahmetine gark ederek ona hiç azap etmeyeceğini ve bunun, Allah tarafından bir lütuf olduğunu, Allah’ın ise dilediğine lütufta bulunacağını ve Allah’ın büyük Lütuf sahibi olduğunu söylemişlerdir. Fıkıh ve hadis âlimlerinin çoğu bu guruptandır.
b) Bid’atlara uyan Mürcieciler
Bunlar, inkârla beraber itaatin fayda vermediği gibi, imanla birlikte günahın bir zararı olmayacağını iddia edenlerdir. Çoğunluğun görüşüne göre, aslında «Mürcie» ismi bunlara mahsustur. Herkes tarafından kınanması gerekenler de bunlardır.
Buna göre «Mürcie» ismini büyük imamlardan uzaklaştırmak gerekir. Böylece, herşeyi mubah gören şu ibahiyeciler bu zatlarla karıştırılmasın. Şüphesiz ki doğruyu en iyi bilen Allah’dır.[3]
[1] Ebu Hanife, Muhammed Ebu Zehra, s:161, Diyanet İ.B. Yayınları, Ankara 2005
[2] Buharî, Kitab el-Fîten bab; 9/Müsîİm, Kitab el-Fîten bab, 10/Ebu Davud, Kitab el-Fiten faab; 2/Müsned-i İmam Ahmcd b. Hanbel, C. 2, Sh. 283
[3] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/148-153.