Şiilik, İslâm siyasî mezheplerinin en eskisidir. Şîa kelimesi Arapçada şe-ye-a kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerîm’de değişik yerlerde[1] geçen bu kelime Arapçada daha çok taraftar anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İmametin Hz. Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adı.[2] Genel olarak halife Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere Ali b. Ebi Talib’in taraftarları (Şatu Ali b. Ebi Talib) denildiği görülmektedir.
B) Şiiliğin Doğduğu Yer Ve Zaman:
Şiilik, üçüncü Halife Hz. Osman (R.A.) zamanında ortaya çıktı, Hz. Ali (R.A.) zamanında ise Hz. Ali (R.A.)’ın hiçbir katkısı olmaksızın büyüdü ve gelişti. Hz. Ali vefat edince şiilik, mezhepler haline geldi. Şiilik ilk önce Hz. Osman (R.A.) döneminde Mısır’da başladı. Çünkü Şiiliğin propagandasını yapanlar, Mısır’da bu iş için uygun bir ortam buldular. Şiilik, daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklarında bulunan diğer şehirler, sünnet ve Hadis’in beşiği olmaya devam ederken Irak şiilerin karargâhı haline gelmişti. Şîa en erken, Hz. Hüseyin’in şehâdetinden sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır. Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin’in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin hareketi, Şîa’nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir.[3]
C) Şiiliğin doğuşunu Hazırlayan Olaylar:
Muaviye (R.A.) kendi döneminde, oğlu Yezid ve daha sonra gelen Emeviler döneminde, Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam eden kötü bir âdet meydana gelmişti. O da; Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet önderi Ali b. Ebi Talib (R.A) ‘e lanet okunmasıydı. Diğer sahabîler bu tutumu şiddetle eleştirdiler. Muaviye ve valilerini bundan sakındırdılar. Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye’ye yazdığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek şöyle demiştir.
«Siz minberlerinizden Allah’a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib’e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali’yi severdi.»
Buna ilâveten Muaviye’nin oğlu Yezid döneminde, hadis-i şerifte zikredildiği gibi cennet gençlerinin efendileri olan iki kardeş Hasan ve Hüseyin’in ikincisi yani Hz. Hüseyin zalimce öldürüldü, kanı heder edildi, dinin yasaklan çiğnendi. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kızları esir cariyeler olarak Yezide gönderildi.(Bu acılara dayanmak çok güç) Halbuki bunlar Resulullah’ın kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı.
İnsanlar bütün bu olup bitenleri gördü, bunlara engel olamadı, ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırapları, acıları, kederleri ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Emevilerin aşırı derecede işkenceye tâbi tuttuklan kimseleri, aşırı derecede büyütmeye başladılar. Evet, düşünce ve duyguların devamlı baskı altında tutulması kişiyi, davranışlarında ve yargılarında aşırılığa sevkeder. Çünkü, şefkat ve merhamet duygularının kabarması, kendisine acınan kişiyi yüceltir ve kutsallaştır.
D) Şii İmamet Nazariyesinin Temel Unsurları:
Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Cenab-ı Hak Hz. Peygamber’i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah’ın dinin neşretmiştir. Hz. Peygamber’in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O’nun ölümü ile ortadan kalkması Allah’ın hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber’in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber’in neslinden olması gereklidir. İmamların ilki Ali b. Ebi Talib‘dir. O, sadece Hz. Peygamber’in yakını ve damadı olduğu için değil Allah’ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtıma’dan olan neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber’e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. İmamların tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından gerçekleştirilir. İmamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onların sözlerine itimad edilemez.
E) Ana Fikirleri:
1) Hz. Ali Rasûlüllah (s.a.)den sonra insanların en faziletlisidir.
2) Hilâfet veya imamet, çözümü halka bırakılabilecek âmme işlerinden olmayıp oruç, hac, zekât gibi dinin rükünlerindendir. Binaenaleyh Hz. Peygamber, kendisinden sonra gelecek imamı, ismini söyliyerek veya vasıflarını anlatarak, belirtmiştir. Her iki halde de bu zat Hz. Ali’dir, ondan sonra da oğulları ve torunlarıdır.
3) Nas İle belirlenen (ta’yin edilen) bu imamlar küçük ve büyük bütün günahlardan korunmuştur (ma’sumdur).
4) Başta üç Râşid Halife olmak üzere Ali ve evlâdı dışında İmamet makamına geçen kişiler zalimdir.
5) Büyük günah işleyen kimse tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalır.
F) Şiiliğin İlk Temsilcileri:
Şii kaynaklar, Hz. Peygamber zamanında, Ali b. Ebî Talib’i diğer sahabelerden üstün gören ve onu halifeliğe en layık sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gıfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabın ilk şiîler olduğunu, belirtmektedir (bk. En-Nevbaht, Firaku’ş-şîa, Necef 1368, 39-40). Tevvâbin hareketinin Emeviler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt’in intikamını almak için ortaya çıkan Hz. Ali’nin Havle binti’l-Hanefiyye’den doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin imametini savunan, İslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric’at ve bedâ gibi görüşlerle esaslı yankılar uyandıran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali’nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalışmışlardır. Şia’nın bütün fırkalarında ilk ve ihtilafsız İmamı Hz. Ali’dir. Onun ölümünden sonra imamet görevi oğulları Hasan ve Hüseyin’e intikal etti. Hüseyin b. Ali’nin ölümünden sonra imamet oğlu Ali b. Hüseyin Zeynü’lAbidin’e geçti. Emevilere karşı Muhammed b. el-Hanefiyye’nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin’e bağlandılar.
Böylece imamet hemen tamamıyla Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’den gelen evlâtlarına intikal etmiş oldu.
Şiilikte çok aşırı giden veya bunun aksine hareket eden ve bu ikisi arasında orta yolu tutan insanların var olduğu bilinmektedir. Çok aşırı gidenler, Hz. Ali’yi ilâhlık mertebesine çıkarmışlardır. Daha az aşırı olanlar ise Hz. Ali’yi peygamberlik derecesine yükseltmişler ve onun, Resulullah (S.A.V.)’den üstün olduğunu iddia etmişlerdir. Aşırı giden şii guruplar şunlardır:[4]
Bunlar, Abdullah İbn-i Sebe’ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe’ Hiyreli bir Yahudi idi. Kendisini müslüman olarak gösteriyordu. Annesi siyah bir cariye olduğu için İbn-i Sebe’ye «Siyah kadının oğlu» anlamına gelen «îbnüssevda» da denilirdi. İbn-i Sebe’, bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib’i almıştı. îbn-i Sebe’, Tevratta her peygamberin bir vekili olduğunu gördüğünü, Hz. Ali’nin de Hz. Muhammed’in vekili olduğunu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu gibi Hz. Ali’nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed’in tekrar dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı. Hz. Ali (R.Â.) şehit edilince İbn-i Sebe’ insanların Hz. Ali’yi sevmelerini ve şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali’nin ölümü hakkında insanları saptırmak ve onların inançlarım bozmak için karakterine uygun olarak çeşitli yalanlar yaymaya başladı. Bu ve benzeri yalanlarla ibn sebe insanların Hz. Aliye olan sevgilerini istismar ederek kendi sapık fikirlerini yaymıştır.
Bu gurup da aşırı fırkalardan biridir. Bunlar, Sebeîler gibi Hz. Âli’yi ilâhi aştırmamışlarsada O’nu hemen hemen Hz. Muhammed (S.A.V.)’den üstün saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali’ye ait olduğunu, fakat Cebrail’in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed’e geldiğini iddia ederler. Bunlara «Kargacılar» anlamına «Ğurabiyye» denişinin sebebi; bunların, «Karganın kargaya benzediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber’e benzer» demeleridir. Âlimler, bu tutarsız sözü çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden biri olan İbn-i Hazm da «Fisal» adlı kitabında bu sözün mânâsız olduğunu ortaya koymuştur.[5]
Şiiler, yukarıda geçen sapık inançlı fırkaları ve benzerlerini, kendilerinden saymazlar, onların aşırı olduklarını söylerler ve onların çoğunu müslüman dahi kabul etmezler.
Bunlar, Muhtar b. Ebî Ubeyd b. Mes’ud es-Sakafi adlı kişiye tâbi olanlardır. Muhtar, önceleri Haricî mezhebine tâbi idi, daha sonra Hz. Ali’ye yardım eden şiilerden oldu. Keysaniyye, Keysan adlı bir kişinin adını taşımaktadır, Keysan’m, yukarıda adı geçen Muhtar adlı şahıs olduğu söylenilmiştir. Diğer bir görüş ise Keysan’ın Hz. Ali (R.A.)’ın kölesi veya oğlu Muhammed b. Hanefiye’nin talebesi olduğunu söylemiştir.
Keysaniyye’nin kısaca temel prensipleri:
a) Keysaniyye inancı, Sebeîler gibi ehl-i beytten gelen imamları ilahlaştırma temeli üzerine kurulu olmayıp, imamı mukaddes bir şahıs sayma, ona son derece itaat etme, ilmine kayıtsız-şartsiz güvenme esasları üzerine kuruludur. Keysanîler, imamın hata işlemeyeceğine inanırlar. Çünkü onlara göre imam, ilâhi ilmin bir sembolüdür.
b) Sebeîler gibi Keysanîler de imamın tekrar döneceğine inanırlar. Bunlara göre dönecek olan imam, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra gelen Muhammed b. Hanefiyye’dir. İçlerinden bir kısmı Muhammed b. Hanefiyye’nin öldüğüne, tekrar dirilip geri döneceğine inanırken, çoğunluğu teşkil eden diğer bir kısmı ise, onun ölmediğine «Rıdvâ» dağında, yanında bal ve su olduğu halde yaşadığına inanırlar.
c) Keysanîler, «Bedâ».diye adlandırılan, sonradan meseleyi kavrayıp, ona göre görüş değiştirme prensibine inanırlar. Bu prensibe göre Allah Teâlâ, bilgisinin değişmesi neticesinde istediği şeyi değiştirir. Bir şeyi evvelâ emreder, sonra o şey hakkındaki bilgisi değiştiği için birinci emrinin aksini emreder.
d) Keysanîler, ruhların ölenlerden ayrılıp yeni doğan canlılara girmesi anlamına gelen «Ruhların tenasühü» görüşüne inanırlar.
e) Keysaniler şöyle derler: «Her şeyin bir zahiri bir de bâtını vardır. Her şahsın bir ruhu vardır. İndirilen her âyetin bir te’vili vardır. Bu dünyada temsili olarak mevcut olan herşeyin bir hakikati vardır. Bu âlemde bulunan hikmet ve surlar bir insan şahsında toplanmıştır. Bu hikmet ve sırları Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanefiy-ye’ye tahsis etmiştir. Bu ilimler kimde toplanırsa gerçek imam işte O’dur..
Şii mezhebinin ehl-i sünnet vel-cemaate en yakın olan ve en mutedil davranan gurubu bu fırkadır. Bu fırka imamları peygamberlik derecesine yükseltmemiş, hatta peygambere yakın bir derecede de saymamış, onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak Resulullah’m dışında bütün insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir. Resulullah (S.A.V.)’in sahabîlerinden herhangi birini kâfirlikle itham etmemişler, özellikle Hz. Ali’nin kendilerine bey’at ettiği ve Halifeliklerini kabul ettiği sahabîleri ağır şekilde suçlamamışlardır. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali Zeynelâbidin’dir.
a) Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S.A.V.)’in vasiyetle beyan.ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar.
b) İmam Zeyd, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olabileceğini kabul eder. İmamlık hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şartı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır.
c) Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir.
d) Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vazgeçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar.
Bugün, İran, Irak, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan Şii mezhebine mensup olanların çoğu «Şii-İmamî» diye adlandırılan guruba dahildirler. «Şii İmamı» fırkasına, Kur’an-ı Kerîm’in âyetlerinden birine veya dinin kesinlikle bilinen bir emrine ters düşecek de recede, inançları sapık olmayan bazı Şii gurupları dahil olduğu gibi, inançları sapık, yaptıkları, îslâm ile bağdaşmayan diğer bazı guruplar da dahil olmaktadır. Hz. Ali, Peygamber tarafından tayin edilmiştir. O da, Peygamber (S.A.V.)’in vasiyeti gereği, kendisinden sonra gelecek imamları tayin eder. Bunlar, imamları «Vasiler» olarak adlandırırlar. İmamiye mezhebinde olanlar, Hz. Ali (R.A.)’ın, Peygamber Efendimizden gelen açık ve kesin bir delille bizzat imam tayin edildiği, imamın, sıfatlarıyla tayin edilmediği hakkında ittifak etmişler ve şöyle demişlerdir : «Dünyada Halifeyi tayin etmekten daha önemli bir iş yoktur ki Resulullah (S.A.V.) İslâm ümmetinin bu önemli işini kalbinde bulundurmayarak vefat etsin. Zira, Resulullah (S.A.V.) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek ve onların arasını bulmak için gönderilmiştir. Resulullah’m, insanları herbirinin, diğerinin katılmayacağı bir yolda olacakları bir şekilde başıboş bırakarak vefat etmesi caiz değildir. Bilâkis, kendisine başvurulacak bir kişiyi tayin etmesi, kendisine güvenilen ve itimad edilen birini açıkça halifeliğe tayin etmesi, ona vaciptir. İşte Resulullah’ın tayin ettiği o şahıs, Hz. Ali’dir.» îmamîler, Resuîullah (S.A.V.) tarafından bizzat Hz. Ali (R.Â.)’ın halife olarak tayin edildiğine delil olarak, doğru ve sahih olduğunu zannettikleri bazı hadisleri gösterirler.
Bu hadisler şunlardır.
«Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Ey Allahım Sen ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol.»[6]
«Ümmetimin ümmetime en merhametli olanı Ebu Bekir, Allah’ın dini hakkında en titiz davrananı Ömer, ümmetimin en samimi haya edeni Osman ve en güzel hüküm vereni de Ali b. Ebi Talip’dir.»[7]
İmamiler, Hz, Ali’nin nass yoluyla Resulullah’m halifesi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan doğma oğulları Hasan ve Hüseyin’in, Hz. Ali’den sonra sırasıyla, hilafete ‘gelmesi icabeden vekiller oldukları hususunda da ittifak etmişler an cak, bunlardan sonra gelecek olan halifeler hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta bu hususta yetmişten fazla fırkaya ayrıldıkları söylenilmektedir. Aralarında en büyük iki fırka İsnaaşeriyye ve İsmailiyye’dir.[8]
Bu aşırı gurubun reisi, Allah’ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlanndan «el-Hâkim bî-Emrillah» dır.[9]
Çoğunluğu Şam’da yaşayan Dürzi’lerin, Hakimilerle büyük bir ilişkisi vardır. Hatta bir kısım tarihçilere göre el-Hâkim bî-Emrillah’-ın, bu aşırı düşünceleriyle insanların huzuruna çıkmasını «Hamza ed-Dürzî» adlı Fars asıllı bir kişi teşvik etmiş ve onu kandırmıştır. Belki de Dürziler bu adama nisbet edilmektedirler. Günümüze ulaşmıştır.[10]
Şam’da bulunan Hakimiler yanında, İslâmdan sıyrılıp çıkan bir fırka daha bulunmaktadır. Bu fırka, her ne kadar kendisini İsmailiyye fırkasına nisbet etmiyorsa da bunlar, İslama karşı gelmekte ve îslâmdan kopmakta,’ îsmailiye’nin bazı kollarıyla birleşmektedir. Bu fırka, Nusayriye fırkasıdır. Günümüze ulaşmıştır.[11]
1-MÜSNED-İ ZEYD: Bu eser Zeydiye fırkasınca benimsenmiştir. Hicrî ikinci asrın başlarında te’lif edildiği kabul edilir. Eser İmâm Zeyd’e aittir.
2-ŞİA’NIN TEDVÎN’İ: Şiî müelliller sünnî kitaplarda, muhtelif rivâyetlerde temas edilen Hz. Ali’nin kılıncının kabzasında asılı sahîfe’yi kendi tedvînleri meyanında zikrederler. Keza, Müslim’de zikri geçen ve yine Hz. Ali’ye ait Kitab-ı Kaza-i Ali -ki Hz. Ali’nin fetvâlarını muhtevî olmalıdır, Nehcü’i-Belâğa’, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in azadlısı Ebu Râfi’ye ait Kitâbu’s-Sünen ve’l-Ahkâm ve’l-Kadâyâ şiî te’lîfat arasında zikredilir.
Bugünkü şiîler nezdinde en ziyâde itibarda olan ve onlardaki mevkii bizde Kütüb-i Sitte’nin mevkii ile kıyas edilebilecek Kütüb-i Erba’a’ ise şunlardır:[12]
1- a) El-Usûl Mine’l-Kâfî: Ebu Câfer Muhammed İbnu Ya’kub İbni İshak el-Küleynî (v. 328/942) te’lif etmiştir. İtikadî hadîsleri cemeder, 2 cilttir.
b) El-Fürû mine’l-Kâfi: Bu da Küleynî’nindir. Ahkâm’la ilgili rivayetleri cemeder, 5 cilttir.
c) Er-Ravda mine’l-Kâfi: Kuleynî’nin ve tek cilttir. Görüldüğü üzere birinci takım üç ayrı kitaptan müteşekkildir.
2- Men la Yahduruhu’l-Fakîh: Ebu Ca’fer es-Sadûk Muhammed İbnu Ali İbni Babaveyh el-Kummî (v. 381/991). Bu eser 4 cilttir. Fıkhî hadîsleri, senetleri hazfedilmiş olarak cemeder.
3- El-İstibsar Fî Mâ’htulife mine’l-Âsâr: Ebu Câfer Muhammed İbnu’l-Hasan et-Tûsî (v. 460/ 1067) ahkâm hadîslerinin yer aldığı bu eser 4 cilttir.
4- Tehzîbu’l-Ahkâm fi şerhi’l-Mukni’a: Bu da et-Tusî’nindir. Bunda da ahkâm hadîsleri mevcuttur. Tûsî eserlerinde hadîsler arasındaki ihtilâfları da gidermeye çalışır.
[1] el-En’am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83
[2] Aksiyon dergisi, Doç.Dr.İlyas Üzüm – Sayı: 533, 21.02.2005
[3] Fığlalı,E.Ruhi, ‘’İlk Şii Olaylar: Tevvabun Hareketi’’ AÜİFD,(Ankara 1983),26, s:336
[4] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/45.
[5] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/47.
[6] İbn-i Mâce Kitab el-Mukaddime bab, 11
[7] İbn-i Mâce; Kitab el-Mukaddime bab, 11.
[8] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/57-59.
[9] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/64-68
[10] Aksiyon dergisi, Doç.Dr.İlyas Üzüm – Sayı: 533 – 21.02.2005
[11] Aksiyon dergisi, Doç.Dr.İlyas Üzüm – Sayı: 533 – 21.02.2005
[12] Kütüb’ü sitte, İbrahim canan